Küresel Düzenin Çatlakları, Değerlerin Aşınması ve Yeni Bir İnsanlık Paradigması Üzerine Disiplinlerarası Bir Değerlendirme
İnsanlığın içine girdiği çok katmanlı kriz, yalnızca sistemlerin arıza vermesiyle açıklanabilecek bir süreç değil; adeta türün kendi varoluş algoritmasında bir çatlak oluşmuş gibi. Ekonomik eşitsizliklerin devasa boyutlara ulaşması, neoliberal rasyonelliğin insanı piyasanın bir işlevi hâline indirgemesi, siyasal alanın karar üretemeyen bir gürültü fabrikasına dönüşmesi, toplumların ortak anlam üretme kapasitesinin zayıflaması ve bireyin ruhsal yükünün taşınamaz bir eşiğe dayanması… Bunların her biri farklı disiplinlerin penceresinden incelenebilir fakat gerçekte birbirine sıkı sıkıya bağlıdır; aynı küresel çözülmenin farklı semptomlarıdır.
Bu çözülmenin temel nedeni, modern dünyanın üzerine kurulduğu enformasyon düzeninin artık insan zihniyle uyumsuz hale gelmesidir. Ekonomiden siyasete, teknolojiden kültüre kadar tüm alanlar bilgi akışıyla işler; fakat bu akışın hacmi, hızı ve niteliği insanın bilişsel evrimini çok geride bırakmış durumda. İnsan, hiç olmadığı kadar fazla veriyle karşılaşıyor ama hiç olmadığı kadar az anlam üretiyor. Bu paradoks, çağın psikolojik kırılganlıklarını da, toplumsal dağınıklığını da, siyasal tıkanıklığını da besleyen ana mekanizma hâline geldi.
Ekonomik krizlerin kökeni sadece piyasa yapılarındaki bozulma değil; ekonomik davranışların dayandığı bilişsel tutarlılığın aşınmasıdır. Siyasal sorunlar sadece kötü yönetimlerin ürünü değil; aynı zamanda toplumsal karar alma süreçlerinin kolektif mantık üretme kapasitesinin çökmesinden kaynaklanıyor. Psikolojik sorunlar sadece bireysel travmalar değil; uğultulu bir enformasyon ortamında kişisel anlatıların sürekliliğini koruyamamasıdır. Çöküşün her katmanı diğerlerini besleyerek çok boyutlu bir türbülans alanı yaratır.
Bu nedenle bugün karşı karşıya olduğumuz şey bir “kriz” değil, bir “dönüşüm eşiğidir”. İnsanlık, tıpkı tarihin büyük kırılma dönemlerinde olduğu gibi (Rönesans, Aydınlanma, Sanayi Devrimi, Dijital Devrim) kendi varoluş zeminini yeniden kurmak zorunda. Fakat bugünkü dönüşüm daha kapsamlıdır; çünkü yalnızca bilgi üretme biçimlerimizi değil, anlam üretme sistemimizi de sorguluyor. Modern dünya, aklın mutlak ilerleme vaadi üzerine kurulmuştu; fakat bugün görüyoruz ki ilerlemenin hızı, insanın psişik ve toplumsal dayanıklılığını aşınca ilerleme kendi zıddına dönüşüyor.
Dolayısıyla insanlığın şimdiye kadar alıştığı etik düzen de işlevini yitiriyor. “Birey”, “özgürlük”, “rasyonalite”, “ilerleme”, “piyasa”, “ekonomik verimlilik” gibi kavramlar eski dünyada güçlü anlamlara sahipti; fakat bugünün hızlanmış ve dağılmış evreninde bu kavramlar gerçek karşılıklarını yitirmeye başladı. Yeni dönemin ontolojik soruları daha radikal: İnsan zihninin kapasitesi nedir? Toplumun dayanıklılığı nasıl korunur? Bilgi yoğunluğu ile anlam üretimi arasındaki makas nasıl kapanır? Teknolojik güç, insanî değerlerle nasıl uzlaştırılır? Siyasal sistemler nasıl karar üretebilir hale gelir?
Bu sorular yalnızca felsefi değil; ekonomik, sosyolojik, psikolojik ve politik düzlemleri birlikte ilgilendiriyor. Bu yüzden yeni bir paradigma ihtiyacı teknik bir reformdan çok daha fazlasıdır; insanlığın kendini yeniden düşünmesini zorunlu kılıyor. Bu yeni paradigma muhtemelen üç temel üzerine inşa olacaktır: Bilişsel sürdürülebilirlik, toplumsal bütünlük ve etik teknolojik uyum.
Bilişsel sürdürülebilirlik, insan zihninin taşıyabileceğinden fazla bilgi yükü üretmeyen; gürültüyü azaltan, anlamı pekiştiren bir yaşam düzeni gerektirir. Toplumsal bütünlük, kimliklerin ve kültürlerin çatışmadan var olabildiği, kolektif hafızası güçlü bir toplumsal örgütlenmeyi zorunlu kılar. Etik teknolojik uyum ise teknolojinin insanı aşmaması, insanla birlikte gelişmesi için yeni normatif çerçevelere ihtiyaç olduğunu gösterir.
Bu geçiş dönemi sancılı olacağa benziyor; çünkü eski dünya ölürken yenisi henüz doğmadı. Fakat tarihin her eşiği gibi bu eşik de bir yıkım kadar bir başlangıçtır. İçinde bulunduğumuz kriz, insanlığın varoluşunun derin katmanlarında bir tür yeniden kurulum çağrısı yapıyor. Yeni dünya, belki de ilk kez ekonomik modellerin, siyasi ideolojilerin veya teknolojik keşiflerin değil; insanın kendi zihinsel ve etik kapasitesini yeniden düzenleme cesaretinin belirleyeceği bir dünya olacak. Bu çağrının duyulması, insanlığın yönünü tayin edecek en kritik unsur olarak görünüyor.




