“Bir aileyi, bir şirketi, bir topluluğu, bir ulusu çökerten sebepler elbet çoktur; ancak içlerinde en derin yaraları açan hep cehalet olmuştur.”
Bazı cümleler vardır; bir dönemin fotoğrafını çekmekle kalmaz, o fotoğrafın arkasına düşülen not gibi geleceğe kalır. Yukarıdaki tespit de böyle bir not. Çöküşün görünen yüzünde para biter, savaş çıkar, kurumlar zayıflar, liderler hata yapar, krizler kapıyı çalar… Fakat en kalıcı tahribat çoğu zaman daha dipte oluşur. Gerçeği ayırt edememe ve daha acısı, ayırt etmeye çalışmama hâli.
Bu yazıda, “cehalet” dediğimiz o kötü hâlin nasıl bir sistem gibi çalıştığını; neden bazen çözülemez göründüğünü; nasıl alet edilebildiğini ve kültür-sanatın bu karanlığa karşı ne yapabileceğini, geçmişten bugüne çarpıcı örneklerle ele almaya çalışacağız.
Cehalet “bilmemek” değildir: Bir düzen meselesidir Cehaleti yalnızca “eğitim eksikliği” gibi okumak, meseleyi küçültür. Çünkü modern dünyada cehalet, çoğu zaman bilginin yokluğu değil; bilginin değer kaybıdır. Bir başka deyişle cehalet bazen bir boşluk değil, bir iklimdir. Soru soranın cezalandırıldığı, hatanın saklandığı, kanıtın itibarsızlaştırıldığı, gerçeğin “tehdit” sayıldığı bir iklim.
Bu iklimde insanlar konuşmaz; fısıldar. Kurumlar ölçmez; tahmin eder. Toplumlar tartışmaz; etiketler. Sonra da gerçeğin yerine “hikâye” yerleşir. Hikâye, kanıttan hızlıdır. Kanıt ise sabır ister.
İki katmanlı problem. Kapasite ve İzin Bu noktada kritik bir ayrım var;
Anlama kapasitesi: bilgi, dikkat, kavramsal altyapı Anlamaya izin: kibir, korku, çıkar, kimlik
Kapasite eksikse eğitimle gelişir; zamanla açılır. Ama “izin” kilitliyse, en berrak anlatım bile “bilgi” olarak değil “saldırı” olarak algılanır. O an tartışılan şey gerçeklik değildir; statü, aidiyet, yüz kurtarma ve korku yönetimidir. Bu yüzden bazen birine defalarca anlatırsınız, hiçbir şey değişmez. Çünkü motorun deposu doludur; fakat kontak kapalıdır. Anahtar “daha çok bilgi” değil, “daha çok güven”dir.
Tarihten kısa notlar. Aynı hastalık, farklı kıyafetler. Tarih, cehaletin yalnız bireysel bir kusur değil, kurumsal ve toplumsal bir arıza olabileceğini tekrar tekrar gösterir. Birkaç örnek vererek meseleyi somutlaştırmaya çalışalım.
-
“Sözde-bilim” siyasallaştığında: Bilimsel eleştirinin bastırıldığı, kurumların “doğrulama” kapasitesini kaybettiği ortamlarda yanlış fikirler yalnızca yanlış kalmaz; sistemi çökerten bir virüs gibi yayılır. Bu tür örneklerde problem, “insanlar bilmiyordu” değil; bilmeye izin yoktu gerçeğidir.
-
Raporlar gerçeğin yerine geçtiğinde: Aşırı başarı baskısı ve yanlış teşvikler, kötü haberin yukarı çıkmasını engellediğinde, karar mekanizması gerçeği değil “isteneni” duyar. Sonuç: Plansızlık, kaynak israfı, insani bedeli ağır krizler.
-
Kurumlar “kötü haberi” cezalandırdığında (Challenger faciasının dersleri): Bazen teknik problem kadar, hatta ondan daha fazla, karar süreçlerindeki körleşme öldürücüdür. “Bilenler konuşamadı” ya da “duyulmadı” cümlesi, modern kurumların en ürkütücü epitafıdır (mezar taşı yazısı).
-
Hikâye kanıttan çekici olduğunda (Theranos tipi vakalar): Şatafatlı vaatler, eleştiriyi “negatiflik” diye damgaladığında; şeffaflık “ayıp” sayıldığında; sorular “düşmanlık” gibi okunduğunda, sahne ışıkları gerçeği yakmaz gölgeleri büyütür.
-
Bilgi bolluğu bir sis perdesine dönüştüğünde (infodemi): Yanlış bilgi yalnızca “yanlış” olduğu için değil, duygu ürettiği için hızlı yayılır. Öfke, korku, aidiyet… Bu duygular devredeyken, kanıtın sesi kısılır.
Bu örneklerin ortak dersi şudur: Çöküşe giden yolu hızlandıran şey çoğu zaman “hata” değildir; hatayı konuşamamak ve gerçeği taşıyamamaktır.
Bugünün sahnesi: Enformasyon çağında “bilme krizi” Şimdi tarihe not düşülecek bir tuhaflığa gelelim.
Bilgiye erişim hiç bu kadar kolay olmamıştı; doğruya tutunmak hiç bu kadar zor olmamıştı.
Günümüzün cehaleti, eski zamanların cehaletinden farklı bir tür. Eskiden bilgi azdı. Bugün bilgi çok; fakat güven kırılgan. Her iddianın bir videosu, her videonun bir yorumu, her yorumun bir ordusu var. Üstelik yapay üretim içerikler (gerçeğe benzeyen sesler, görüntüler, metinler) “kanıt” hissini kolayca taklit edebiliyor.
Böyle bir dönemde cehalet, yalnızca cehalet değildir; yorgunluk, dağınıklık ve kimlik gerilimiyle el ele büyür. İnsanlar “ne doğru?”yu değil, “kimin tarafındayım?”ı öncelemeye başlar. İşte tam orada “anlamaya izin” kilitlenir.
Neden çözülemez gibi görünür? Neden alet edilir? Çünkü bu kötü hâlin bir “kısa vadeli fayda” yanı vardır:
Korku, hızlı itaat üretir. Kibir, eleştiriyi düşmanlık saydırır. Kimlik, kanıtı değil aidiyeti ödüllendirir. Çıkar, şeffaflığı pahalı bulur.
Bu yüzden bazı aktörler cehaleti bilinçli ya da sezgisel olarak kullanır. Soruyu itibarsızlaştırır, eleştiriyi düşmanlaştırır, düşman üretir, ortamı “sürekli acil durum” modunda tutar. Bu mekanizma ailede, şirkette, toplulukta ve ulusta farklı ölçeklerde aynı şekilde işler.
Kültür-sanat burada ne yapabilir? Kültür-sanat, yalnız “estetik” alanı değildir; aynı zamanda bir algı terbiyesi, bir dikkat eğitimi, bir hakikat provasıdır. Sanat iyi bir soruyu sever. İyi soru, kibri incitir ama zihni açar. Sanat, çelişkiyi taşır. Çelişkiyi taşıyabilen toplumlar çökmeye daha dirençlidir. Sanat, aceleyi yavaşlatır. Yavaşlayan zihin, kanıtı duymaya başlar. Bu yüzden kültür-sanat kurumlarının görünmeyen bir görevi vardır: Toplumun “epistemik bağışıklık sistemini” güçlendirmek. Yani “neye inanacağını seçme” yeteneğini geliştirir. Kültür sanatın görünmeyen bir görevi de şudur. Toplumun kararlarını duygunun hızına değil, anlamanın sağlamlığına yaslamak.
Çöküşe karşı dört küçük ama sert ilke: Bu yazıyı bir “kültürel not” olarak kapatırken, uygulanabilir 4 ilke bırakalım. Soru sormayı itibarlı kılın. Ailede “neden?” ayıp olmasın. Şirkette “hangi veriye dayanıyoruz?” tehdit olmasın. Toplumda “kaynağı ne?” düşmanlık sayılmasın. Kötü haberi taşıyabilin. Bir kurumun zekâsı, iyi haberi kutlamasında değil; kötü haberi taşıyabilmesindedir. Yüz kurtarma alanı bırakın. İnsanlar çoğu zaman “yanlış” oldukları için değil, “rezil” olacakları için fikrini değiştirmez. Utancı azaltan ortamlar, gerçeğe yaklaşır. Dikkat ekonomisini geri alın. Hız, cehaletin müttefikidir. Düşünce, yavaşlamayı sever. Okuma grupları, film söyleşileri, sergi gezileri bunlar yalnız etkinlik değil; aynı zamanda düşünme kasıdır.
Bu dönemi anlamaya çalışacaklara küçük bir not: Gelecekte birileri bu çağımıza baktığında, belki şunu yazacak;
“Bu dönemin trajedisi bilgisizlik değildi; gerçeğin itibar kaybıydı.”
Ve tarihin soğukkanlı öğretmeni yine aynı cümleyi fısıldayacak: Bir toplumu yıkan şey hataların varlığı değil; hataları konuşma yeteneğinin yokluğudur.
Hakikat çoğu zaman gürültüden daha sessizdir. Biz, o sessizliği duymaya çalışanlar tarafındayız.




