Kültür–Sanat Dünyasında Güç, Özgürlük ve Toplum
Kültür–Sanat Masum Değildir
Toplumda yaygın bir yanılgı vardır: Kültür–sanat alanı, siyasetin ve iktidar ilişkilerinin dışında, masum ve tarafsız bir alandır. Bu doğru değildir. Kültür–sanat, bir toplumun kendini nasıl gördüğünü ve nasıl görmesi gerektiğini belirleyen en güçlü zihinsel alandır. Tam da bu yüzden, güç yoğunlaşmasının ilk sızdığı yerlerden biri burasıdır.
Jakoben zihniyet yalnızca devlette değil; küratörlerde, jürilerde, fon mekanizmalarında, kültürel kanonlarda ve “kimin sanatçı sayılacağına” dair görünmez kurullarda da ortaya çıkar. Güç burada kaba değil, estetiktir; ama etkisi en az siyasal güç kadar derindir.
Birey ve Toplum Arasında Kopan Bağ
Kültür–sanat alanında birey–toplum ilişkisi bozulduğunda iki uç ortaya çıkar. Birincisi, toplumdan kopuk, yalnızca kendi çevresine konuşan steril bir elitizm. İkincisi ise popülizme teslim olmuş, derinliği terk etmiş bir gösteri kültürü. Her iki uç da aynı sorundan beslenir: denge yokluğu.
Sanatçı, topluma yukarıdan bakan bir vaiz de olmamalıdır; yalnızca alkış peşinde koşan bir eğlendirici de. Sanatın asli işlevi, topluma ayna tutmak kadar, o aynayı zaman zaman çatlatmaktır. Bu çatlaklar olmadan düşünce gelişmez.
Güç Yoğunlaşması Kültürü Nasıl Çürütür?
Bir ülkede kültür–sanat üretimi birkaç merkezin onayına bağlı hale geldiğinde, özgürlük fiilen ortadan kalkar. Sansür her zaman yasakla gelmez; bazen fon vermeyerek, bazen davet etmeyerek, bazen görmezden gelerek işler. Bu, Jakobenliğin kültürel versiyonudur: “Doğru sanat budur” iddiası.
Tarihsel olarak bakıldığında, devlet destekli tek estetik anlayışının hâkim olduğu dönemler kısa vadede düzenli, uzun vadede ise çorak olmuştur. Sovyet sosyalist realizmi, Nazi Almanyası’nın propaganda sanatı, hatta bazı modern ülkelerdeki aşırı kurumsallaşmış kültür politikaları bunun örnekleridir. Yaratıcılık, denetimsiz değil ama tek sesli ortamlarda ölür.
Kuvvetler Ayrılığı Kültürde Ne Demektir?
Kültür–sanat alanında kuvvetler ayrılığı, devlet kurumlarıyla sınırlı değildir. Burada ayrılması gereken şunlardır: üretim, değerlendirme, dağıtım ve eleştiri.
Sanatçı üretir; küratör seçer; eleştirmen tartışır; izleyici anlamlandırır. Bu roller birbirine geçtiğinde, özellikle değerlendirme ile üretim aynı elde toplandığında, kültürel iktidar oluşur. Bu iktidar çoğu zaman kendini ilerici sanır, ama fiilen dışlayıcıdır.
Adalet burada fırsat eşitliği, liyakat ise estetik ve düşünsel yetkinlik anlamına gelir. Yakınlık, aidiyet ve ideolojik uyum liyakatin yerini aldığında kültür alanı daralır.
Toplum Yararına Yeni Bir İlişki Nasıl Kurulur?
Öncelikle sanatçının görevi yeniden tanımlanmalıdır. Sanatçı, toplumu kurtarmakla görevli bir kahraman değil; toplumun kendisiyle yüzleşmesini sağlayan bir aracı bilinçtir. Bu rol ancak özgürlükle mümkündür. Toplumun görevi ise sanatı sevmek değil, taşıyabilmektir. Rahatsız edici olana tahammül edemeyen toplumlar, güçlü ama sığ kültürler üretir. Eleştiriye açık bir kamuoyu, Jakobenliğin kültürel panzehiridir. Devlet ve kurumlar için sert gerçek şudur: Kültürü kontrol ederek değil, çoğaltarak güçlenirsiniz. Tek merkezli destek, kısa vadede düzen sağlar; uzun vadede yetenek kaybına yol açar.
Sonuç
Kültür–sanat alanında güç yoğunlaşırsa, toplum düşünmeyi değil ezberlemeyi öğrenir. Özgürlük törensel, eleştiri göstermelik, yaratıcılık ise güvenli sınırlar içinde kalır.
Gerçek beka, tek sesli kültürle değil; çatışabilen, konuşabilen, itiraz edebilen bir kültürel ekosistemle mümkündür. Kuvvetler ayrılığı burada bir hukuk ilkesi değil, bir zihniyet meselesidir.
Sanat, denetimsiz gücün süsü haline geldiğinde toplum susar. Sanat, özgürlükle buluştuğunda ise toplum düşünmeye başlar.




