Türk milletinin üretim kültürü çoğu zaman modern yönetim literatüründe yalnızca “tarihsel bir dipnot” gibi ele alınır, oysa bizim üretim anlayışımız tıpkı göçebe orduların hareket kabiliyeti ya da Ahî teşkilatının ahlaki iktisadı gibi çağdaş yönetim modellerinin bugün ulaşmaya çalıştığı pek çok niteliği yüzyıllar önce içselleştirmişti. Bugün “lean”, “agile”, “design thinking”, “continuous improvement” gibi kavramların parıltısına bakıldığında, insan ister istemez kendi kültürünün sessizce bir köşede bekleyen derin aklını fark edemiyor. Aslına bakarsanız konu tam da burada önem kazanıyor yani yabancı kavramların parıltısını söndürmeden, kendi köklerimizin ışığını büyütmek.
Modern yönetim anlayışı, tüm varyantlarıyla birlikte aslında üç temel soruya yanıt arar: Bir insan nasıl daha iyi iş yapar? Bir topluluk nasıl daha uyumlu üretir? Bir kurum nasıl kalıcı olur? Bu üç sorunun cevabı, bizim kültürümüzde zaten katman katman birbirine bağlanmış bir bütünlük fikriyle örülüdür. Bozkırın hareket eden dev organizması olarak Türk ordusunda, Ahî teşkilatında, Selçuklu şehir ekonomisinde, Osmanlı lonca sisteminde ve Cumhuriyet’in erken dönem kalkınmacı sanayileşmesinde hep aynı damar vardır. İşi bilen ile işi bilenin hakkına saygı duyanın uyumu. Buna bugün ister “iş modeli”, ister “sürdürülebilir üretim”, ister “organizasyonel zihin” deyin… Biz ona asırlardır töre diyoruz.
Töre, yalnızca bir hukuk ya da kural bütünü değildir; bütünün uyumlu davranması için parçaların iradesini ortak bir akla bağlayan görünmez bir protokoldür. Bugün Japonların “heijunka”, “kaizen” ya da “kata” dediği şeyler, aslında bozkır toplumunun sade ilkeleriyle şaşırtıcı biçimde akrabadır. Zira töre, üç şeyi aynı anda ister: Ölçü (denge), işbirliği (ahenk) ve süreklilik (devamlılık). Bu üçü bir araya geldiğinde, bir topluluk hem hızlı hem dayanıklı olur. Yani bugünün literatürünün deyimiyle hem verimli hem çevik.
Dolayısıyla Türk kurumları için yeni bir metodoloji ararken, dışarıdaki modelleri taklit etmeye değil; kendi özümüzde zaten var olan zihinsel matematiği bugünün karmaşık dünyasına tercüme etmeye ihtiyaç var. Bunun için önce kavramsal bir çerçeve kurmak gerekir. Bu çerçeve üç katmanda inşa edilebilir: İnsan, topluluk ve kurum.
İnsan düzeyinde mesele, becerileri sınıflandırmaktan ibaret değildir. Batı’nın “hard skills”, “soft skills”, “crazy skills” diye üçe böldüğü alan, bizde tek bir sözle ifade edilir: Erdem. Erdem, insanın hem ustalığını (ustalık yetileri), hem insan ilişkilerini (gönül mahareti), hem de karakterini (mizaç çerağı) birlikte taşır. Bizim için bir insanın işinin ehli olması, bu üç alanın birlikte işlemesidir. Ustalığı olmayan iyilik, üretime dönüşmez; karakteri olmayan ustalık, kuruma yük olur; gönlü olmayan zekâ, ekipleri dağıtır. Erdem, insanı bütün görmenin kadim yöntemidir.
Topluluk düzeyinde ise işin özü imecedir. Bugünün yönetim literatürü “cross-functional teams”, “collaboration”, “community of practice” gibi kavramlarla örgüt içi uyumu tanımlamaya çalışırken, biz yüzlerce yıl önce imecenin sade matematiğini çözmüştük: Hiçbir iş tek kişinin değildir, herkes yaptığı işin bütüne katkısını bilir, bilgi saklanmaz, yardımlaşma sistematiktir. İmecenin bugünkü karşılığı, kurumsal öğrenme kültürüdür. Yani bir organizmanın hafızasını diri tutma çabası. Japonların “kaizen kültürü”, aslında imgelem olarak imeceye oldukça yakındır; yalnız farkı sistematikleştirilmiş olmasıdır. Oysa biz bunu da yapabiliriz.
Kurum düzeyinde düşününce, töre yeniden karşımıza çıkar: Kuralların yazılı kısmından daha güçlü olan ortak davranış mutabakatı. Bugünkü literatürde bu “organizasyonel kültür”, “kurumsal zihin”, “identity systems” gibi başlıklarla tartışılıyor. Oysa Türk kültürü bunun özünü çoktan tarif etmişti: Devlet ayakta kalacaksa, onu ayakta tutan töredir. Bir şirket ayakta kalacaksa, onu ayakta tutacak olan da işte bu kurumsal töredir. Yani kurumun kendi içinde oluşturduğu, herkesin farkında olduğu ve davranışlarına işleyen ortak ölçü.
Bütün bu katmanları bir araya getirdiğinizde, ortaya yeni bir yönetim modeli çıkıyor yabancı isimli kavramlara yaslanmadan, ama onları dışlamadan; kendi kökünü dünyayla buluşturan bir model: Türk Töre Yönetimi Modeli. Bu model, verimliliği kutsallaştırmıyor; verimliliği bir sonuç olarak görüyor. Uyumla çalışan insanın, imece mantığıyla bilgi akıtan topluluğun ve töreyi kurumsal davranış rehberi yapan kurumun doğal sonucu olarak verimlilik.
Bu çerçeveyi içselleştiren bir toplum için üretim yalnızca ekonomik bir eylem değil; kültürel bir devamlılıktır. Genç profesyonel kendini bir işin parçası değil, bir geleneğin sürdürücüsü olarak görür. Bir kurum kâr peşinde koşarken aynı anda varlığının anlamını büyütür. Bir millet ise modernliğini başkasından ödünç almadan kendi sesinden kurar.
Sonuçta aradığımız şey yeni bir moda terim değil; kendi sesimizi çağın ihtiyaçlarına tercüme edecek bir zihinsel iskele. Dünyanın hızla değiştiği bu dönemde, bizi uzun süre taşıyacak olan şey dışarıdan ithal edilen yöntemler değil, kendi köklerimizin derinliğini bugünün kavrayışıyla birleştirebilme becerimizdir. Türk üretim kültürünün bin yıllık tecrübesi, modern yönetim modellerinin çoğuna ilham verecek güçte bir sadelik ve bütünlük taşır. Bu mirası yeniden işler, onu insan–topluluk–kurum düzeylerinde günceller ve törenin kapsayıcı aklıyla buluşturursak, ortaya yalnızca verimli kurumlar değil; kendini sürekli yenileyen, öğrenen ve geleceği şekillendirme iddiası taşıyan bir toplum çıkar. Bu yol, geçmiş ile geleceğin çarpıştığı değil, birbirini tamamlayarak güçlendirdiği bir üretim medeniyetine açılır.




