Şükran Pekmezci, 1946 yılında Çankırı’da doğdu. Çocukluk ve ilk gençlik yılları, Anadolu’nun gündelik hayat ritimleriyle iç içe geçen bir gözlem dönemiydi. İlkokul ve Çankırı Merkez Ortaokulu’nda resme duyduğu ilgi kısa sürede öğretmenlerinin dikkatini çekti; ailede sanata duyarlı bir baba figürü ve resimle ilgilenen, eğitici yönü güçlü bir dayının varlığı, bu eğilimin kararlı bir yönelişe dönüşmesinde etkili oldu. Ortaokuldaki resim öğretmeni Hüsnü Tekin’in sistemli desteği, onun resme “ciddi bir meslek alanı” olarak bakmasını sağlayan ilk dönemeçlerden biridir.
1962’de Konya Kız Öğretmen Okulu sınavlarını kazandı; burada daha ilk ayında resme yatkınlığını fark eden öğretmenleri tarafından İstanbul Çapa Öğretmen Okulu Resim Semineri’ne sınavla yönlendirildi. 1962–1965 arasında İlhami Demirci, Selahattin Taran, Hidayet Gülen ve Enver Naci Gökşen gibi Türkiye’de sanat eğitiminin omurgasını oluşturan isimlerle çalışma imkânı buldu. Bu dönem, onun için yalnızca teknik beceri kazandığı bir süreç değil; görsel dilin, pedagojinin ve kültürel sorumluluğun birlikte düşünüldüğü bir formasyon evresiydi. 1965’te mezun olduktan sonra iki yıl süreyle Çankırı Kalfat Köyü’nde ilkokul öğretmeni olarak çalışması, Anadolu’nun gündelik hayatını içeriden gözlemlediği önemli bir deneyim alanı oldu.
1967’de İzmir Buca Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nü birincilikle kazanarak sanat eğitimine daha kurumsal bir düzeyde devam etti. Burada Nejat Akkan, Turgut Pura ve Şeref Bigalı gibi önemli hocaların öğrencisi oldu ve 1970’te başarıyla mezun olarak Arifiye Öğretmen Okulu’na resim öğretmeni olarak atandı. Öğretmenlik yaşamı, sanat pratiğiyle kesintisiz bir biçimde iç içe yürüdü: Arifiye’den sonra Çankırı Ortaokulu, Ankara Yeşilevler Ortaokulu ve Ankara Namık Kemal Ortaokulu’nda resim öğretmenliği yaptı. 1994’e kadar süren bu yoğun eğitimcilik dönemi, bir yandan genç kuşaklara sanatsal ifade alanı açarken, diğer yandan kendi üretimini besleyen güçlü bir toplumsal ve pedagojik zemin oluşturdu.
Öğretmenlik mesleğini çok sevmesine rağmen, eğitim düzeninin giderek niteliğini yitirdiğini düşünmesi üzerine 1994’te emekli olmayı seçti. Buna karşın sanatla kurduğu ilişki hiçbir zaman kopmadı; 1994–2000 yılları arasında Gazi Üniversitesi Mesleki ve Yaygın Eğitim Fakültesi’nde ek dersli öğretim görevlisi olarak baskıresim dersleri verdi, böylece akademik ortamda da bilgi ve deneyimini paylaştı.
Pekmezci’nin üretim disiplini ağırlıklı olarak tuval üzerine yağlıboya resimdir; ancak öğretmenlik ve baskıresim deneyimi, çizgi, leke ve yüzey örgüsüne verdiği önemde açıkça hissedilir. “Kızılda Adak Ağacı”, “Karantinadayız”, “Gece Gezmesi” gibi yapıtları, figür ile mekân arasında kurulan anlatımsal ilişkiyi, ışık ve renk üzerinden yoğunlaştırır.
Pandemi dönemine ait “Karantinadayız” başlıklı çalışması, balkonlara ve iç mekâna sıkışmış insan figürleriyle, olağanüstü halin yarattığı yalnızlık, kaygı ve belirsizliği karanlık bir atmosfer içinde resmeder; bu eser, Covid-19 sürecinin sanat üzerinden okunduğu akademik çalışmalarda da örnek gösterilmiştir.
Tematik olarak, Şükran Pekmezci’nin resimleri gündelik hayatın küçük sahneleri, kentli ve kırsal insanın duygusal dünyası, özellikle kadın ve çocuk figürü etrafında şekillenen bir yaşam duyarlılığı taşır. Kimi kompozisyonlarda hafifçe masalsı bir hava, kimi zaman da toplumsal kırılmaları sezdiren içten bir gerçekçilik belirginleşir. Özellikle kent yaşamının balkonlar, sokaklar, kalabalıklar ve yalnızlıklar üzerinden işlenişi, onun resminde hem kişisel hafızaya hem de kolektif belleğe bağlı bir anlatı kurar.
Sanatçının kuşağı, Türkiye’de öğretmen okulları ve eğitim enstitüleri üzerinden şekillenen güçlü bir “ressam–öğretmenler” geleneğinin parçasıdır. Bir yandan devlet kurumlarında görev yaparken, diğer yandan jürili sergilere, Devlet Resim ve Heykel Sergileri’ne, DYO gibi önemli yarışmalı platformlara katılan bu kuşak içinde Pekmezci’nin adı da erken tarihlerden itibaren görünür hale gelmiştir. 1968’den itibaren DYO jürili sergilerine seçilmesi ve 1970’lerden sonra Devlet Resim Sergileri’ne kabul edilmesi, üretiminin sürekliliğini ve niteliğini gösteren önemli göstergelerdir.
Ankara, İzmir, İstanbul, Çankırı ve Zonguldak Ereğli’de açtığı kişisel sergiler ve katıldığı çok sayıda karma sergi, onu Türkiye çağdaş resim ortamının kalıcı isimlerinden biri haline getirmiştir. Galeri Soyut’ta 2007’deki kişisel sergisi ve 2020’deki “CoronArt 19 / Pandemi Günlükleri” sergisine katılımı, üretiminin yıllar içindeki sürekliliğini ve güncel bağlamlarla kurduğu ilişkiyi görünür kılar.
Eserleri, Anadolu Üniversitesi Çağdaş Sanatlar Müzesi’nin de aralarında bulunduğu kamu koleksiyonlarında yer almakta; ayrıca Türkiye içi ve dışında özel koleksiyonlara da dağılmaktadır.
Pekmezci’nin sanatçı kimliği, yalnız sergi pratikleriyle sınırlı değildir. Eşi Prof. Dr. Hasan Pekmezci ile birlikte çocuk ve eğitim kitapları resimleyerek geniş kitlelere ulaşan görsel bir dil geliştirmiş; Millî Eğitim Bakanlığı’nın 1981 tarihli Türkçe ders kitabı yazma ve resimleme yarışmasında yazar Beşir Göğüş ile hazırladıkları setle birincilik elde etmişlerdir. Bu kitaplar, yıllarca Türkiye’deki okullarda okutulmuş, milyonlarca baskıya ulaşmıştır.
TRT’de uzun süre yayınlanan çocuklara yönelik sanat programlarında hazırlayıcı ve sunucu olarak yer alması, onu bir “görsel kültür anlatıcısı” olarak da önemli kılar.
Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği üyesi olan sanatçı, dernek sergilerine düzenli katılımıyla kolektif üretim ve dayanışma kültürünün de aktif parçasıdır.
Fırsat buldukça Atina’dan Roma’ya, Floransa’dan Paris’e, Amsterdam’dan Barselona’ya uzanan pek çok Avrupa kentinde müze ve sanat merkezlerini yerinde incelemiş; bu birikim, hem renk paletinde hem de kompozisyon kurgusunda sezilen zengin bir görsel referans alanı yaratmıştır.
Şükran Pekmezci bugün, Türkiye’de figüratif ve anlatımsal resmin, özellikle de eğitim kökenli ressamlar kuşağının önemli temsilcilerinden biri olarak değerlendirilir. Öğretmenlikten müzelerde yer alan eserlere, çocuk kitaplarından televizyon programlarına uzanan çok katmanlı üretimi, resmi yalnızca estetik bir uğraş değil, yaşamla iç içe bir “görsel düşünme biçimi” olarak konumlandırır. Bu yönüyle hem Türkiye resim tarihinin bu sessiz ama güçlü damarına hem de görsel kültürle eğitimi birleştiren geniş bir mirasa açılan özel bir kapı niteliği taşır.
Bu bölümde henüz eser bulunmamaktadır.